Teknoloji

Barışçıl görev yolunu kaybedince: Erken Hıristiyanlıkta hoşgörüsüzlük ve şiddet

“Her şeyden önce, Hıristiyanlara günahların kusurlarını şiddetle düzeltme müsaadesi verilmemiştir.”

İskenderiyeli Klemens

“Alexandria’da filozof Theon’un kızı olan Hypatia adında bir kadın yaşardı; edebiyat ve bilim alanında kendi dönemindeki tüm filozofları geride bırakacak kadar başarılıydı. Platon ve Plotinus felsefesinde kendini kabul ettirmişti ve öğretilerini almak için birçoğu uzaklardan gelen dinleyicilerine felsefenin ilkelerini anlatıyordu. Zihnini geliştirmesi sonucunda edindiği özgüven ve rahat tavırları nedeniyle sık sık yargıçların huzuruna çıkıyordu. Erkeklerin bulunduğu bir ortama girmekten de rahatsız olmuyordu çünkü olağanüstü saygınlığı ve erdemliliği nedeniyle çoğunlukla erkekler ona hayranlık duyuyordu. Ancak o dönemde hüküm süren siyasi kıskançlığın kurbanı oldu. Orestes’le sık sık görüştüğü için, Hıristiyan halk arasında, Orestes’in Alexandria patriğiyle uzlaşmasını engelleyenin o olduğu iftirası atıldı. Petrus adında bir din adamının önderliğinde bir araya gelen fanatikler zavallıyı aramaya başlayıp bir yerden eve dönerken onu buldular ve onu tahtırevanından aşağı atıp Kaisarion adlı kiliseye sürüklediler; orada çırılçıplak soydular ve kiremit/çanak çömlek parçalarıyla onu öldürdüler. Vücudunu uzuv uzuv parçalara ayırdıktan sonra, parçalanmış uzuvlarını Kinaron adlı bir yere götürdüler ve orada yaktılar…”

Evet, böyle tanıtır Hypatia’yı ve böyle anlatır Sokrates Skolastikos ‘Kilise Tarihi’ isimli eserinde onun acı sonunu. Günümüzde Hıristiyanların Paganlara uyguladığı şiddete dair bilgi edinmek için nereye baksak karşımıza bu korkunç ve iç parçalayan hikaye çıkar. Peki, acaba Hypatia sadece Sokrates Skolastikos’un öne sürdüğü gibi Mısır Valisi Orestes ve Alexandria Patriği Kyrillus’un ilişkilerine karıştığı için mi patrik yandaşlarının nefretini kazanmıştı? Yoksa bir Pagan olması, Pagan kültürüne ait görülen değerlere göre yaşayıp onları savunması ve bu düşünceleri yayması mı koymuştu onu hedef tahtasına? Onu acımasızca linç eden bağnazları kışkırtan din adamı Petrus’un motivasyonunda hangisinin baskın olduğunu söylememiz oldukça zor. Bununla birlikte olayı gözlerimizin önüne getirmeye çalıştığımızda, Hypatia’yı katleden isimsizlerin o cinnet anına ulaşmalarında inanç temelli bir fanatizmin etkili olduğu hemen görülebilir. Dahası günümüze ulaşan bazı bilgiler onların anlık bir kalabalık değil, organize bir grubun üyeleri olduklarını gösterir: Parabolani yani Parabolanlar.

‘PERVASIZLAR’ BÜYÜK VEBA SALGININDA ORGANİZE OLDU

Yunancada ‘risk alanlar’ ya da daha anlaşılır biçimde ‘pervasızlar’ anlamına gelen bu isimle anılan dayanışma grubu, ilk kez MS 3’üncü yüzyılda, Alexandria’daki büyük veba salgınında organize olur. Amaçları hastalara yardım etmek olduğundan ve vebalılarla temas etmek cesaretini gösterebildiklerinden böyle adlandırılmışlardır. Ancak anlaşıldığı kadarıyla pervasızlıkları sadece kendi canlarını tehlikeye atmakla sınırlı kalmaz; Hypatia’nın katlinden bir yıl sonra, MS 416’da Alexandria’dan gelen bir heyet Constantinopolis’te İmparator II. Theodosius’a Parabolanların teröre neden olduğuyla ilgili şikayette bulunurlar. Bunun üzerine 416’da onlarla ilgili bir kanun maddesi çıkar (Codex Theodosianus 16.2.42). Sayılarının beş yüzü geçmemesi, Praefectus Augustalis (Mısır valisi) gözetiminde olacakları, zenginlerden, esnaftan ve şehrin belli bir bölgesinden seçilemeyecekleri kanun hükmüne bağlanır. Ayrıca bu yasa maddesinde kamuya açık toplantılara, mahkemelere ve meclise katılmaları yasaklanmıştır ki özellikle bu husus onların şiddet eylemlerine neden olabilecekleri endişesini gösterir. Buna rağmen başka zamanlarda ve yerlerde, tıpkı İskenderiye Patriği Kyrillus’un yaptığı gibi, dini liderlerin onları bir tehdit unsuru olarak kullanmış olduğunu görürüz. MS 418’de konuyla ilgili çıkan ikinci bir kanunda (Codex Theodosianus 16.2.43) sayılarının altı yüze çıkarılması ve seçilmelerinin piskoposluğa bırakılmış olması düşündürücüdür.

Parabolanlar öncelikle Hypatia’nın katli ve daha sonra değineceğimiz İskenderiye Serapeum’unun yıkılması gibi Paganizme yönelik şiddetle ilişkilendirilseler de Hıristiyanlığın iç çatışmalarında da boy gösterirler. Alexandria Patriği I. Dioskoros başkanlığında İmparator II. Theodosius tarafından 449’da toplanan ve ‘Haydutlar Konsili’ olarak adlandırılan 2. Ephesus Konsili’nde Patrik Dioskoros, karşıt görüşlü piskoposlara askerler, keşişler ve Parabolanlardan oluşan bir kalabalıkla gözdağı verir.

Dioskoros’un hedefinde imparatorun da sevmediği Constantinopolis Patriği Flavianus vardır. Flavianus Arşimandrit Eutykhes’i monofizit itikatı yüzünden heretik ilan etmiştir ancak İmparator Theodosius, Flavianus’a karşı Eutykhes’in tarafındadır. Nihayetinde düzmece konsil amacına ulaşır; Eutykhes’e itibarı iade edilirken Flavianus lanetlenir ve azledilir. Dahası, Ephesus’ta Alexandria Patriği Dioskoros taraftarı bir grup keşiş Constantinopolis Patriği Flavianos’u döverek ölümüne neden olurlar. İki yıl sonra, Khalkedon Konsili’nde işler tersine döner ve bu kez haydutlar konsilinin lideri Alexandrialı Dioskoros suçlu bulunur ve görevinden azledilir. Onun yerine patrikliğine atanan Proterius da birkaç yıl sonra Khalkedon itikatı karşıtları tarafından Alexandria’da öldürülecektir.

Proterius Alexanria’da katledilen ilk Hıristiyan lider değildir. Yüz yıl kadar önce, MS 361’de Piskopos Kapadokyalı Georgios, imparatorluk memurları Diodorus ve Dracontius ile birlikte linç edilerek öldürülür; cesedi bir deve üzerinde şehirde gezdirilir ve en sonunda yakılarak külleri denize savrulur. Yalnız, bu katliamın failleri Constantinus sonrası bir tarih için beklenmeyecek bir kitledir: Paganlar. Bazı araştırmacılar failler arasında Piskopos’un kötü yönetiminden etkilenmiş Hıristiyanların da olabileceğini söyleseler de önceki ay tahta çıkan İmparator Julianus’un (Mürted Julianus) Paganlığa dönmüş olması Alexandrialı Paganları cesaretlendirmiş olmalıdır. MS 1’inci yüzyıla kadar uzanan Hıristiyanlara yönelik şiddet olayları sırasında dininden dönmektense can veren ‘şehit’ azizlere (martyr) ait olduğu düşünülen kutsal emanetler (rölik / leipsanon), Hıristiyanlıkta bir kült meselesi olup, dini merkezlerinin manevi gücünü artırırlar. Kimilerine göre Alexandria’daki bu son olayda, Kapadokyalı Georgios ve iki imparatorluk memurunun küllerinin denize savrulmasının amacı onlardan geriye bir şey kalmamasıdır.

Diocletianus ve Galerius dönemlerinde Hıristiyanların yaşadığı ‘Büyük Zulüm’ günlerinin acıları bu olay yaşanırken henüz oldukça tazedir. İmparator Constantinus tarafından MS 313 yılında yayınlanan Milano Fermanı’yla hayatları güvence altına alınıp ibadet özgürlüklerine kavuştuktan sonra dahi tehlike tam olarak geçmez. MS 320-324 arasında, Constantinus’un dörtlü iktidardaki (tetrarchia) son rakibi olan Licinius muhtemelen Hıristiyanların Constantinus’tan yana olacağı düşüncesiyle onlara karşı harekete geçer; Amaseia (Amasya) ve Sebasteia’da (Sivas) Hıristiyanları katledip, kiliseleri yıkar. Amaseia Piskoposu Basileus’un ve Sebateia’da kırk Hıristiyan askerin şehit edilmesi bu zulmün en bilinen olaylarıdır. Eusebius Constantinus’un hayatını anlattığı eserinde (Vita Constantini) Licinius’un geniş bir mezalim başlatmayı planladığını, ancak Constantinus’un bunu engellediğini anlatır.

JULİANUS SON PAGAN İMPARATOR OLARAK TARİHTE YERİNİ ALDI

Hıristiyanlar Constantinus’un galibiyetiyle rahat bir nefes alsalar da oğlu II. Constantius’tan sonra MS 361’de tahta çıkan yeğeni Julianus’un Paganlığa dönmüş bir imparator olması ve tahta çıkışının üzerinden daha bir ay geçmişken yukarıda aktardığımız Kapadokyalı Georgios’un Paganlarca katledilmesi olayıyla tedirgin günlere son kez geri dönerler. Julianus, Hıristiyanlara yönelik şiddeti onaylamadığını dile getirse de Piskopos Georgios’u öldürdükleri için Alexandrialıları kınamakla yetinir, başka bir ceza vermez. Öte yandan, suç işleyen Hıristiyanlara karşı sert bir tutum takınmıştır; Tyche tapınağına yapılan saldırıyı, Caesarea (Kayseri) şehrine ağır bir para cezası vererek, yerel kilisenin mallarına el koyarak ve din adamlarını eyalet valisinin emrine vererek cezalandırır.

Daha sonraları bu olaydan Caesarealı Eupsykhios’un şehit edilmesi hikayesi doğar. Antiokheia’da (Antakya), Daphne bölgesindeki Apollon Tapınağının ateşe verilmesinden, bu yönde hiçbir kanıt olmamasına rağmen yerel Hıristiyanları topluca sorumlu tutan Julianus, Hıristiyanlara kiliseyi yasaklar ve muhtemelen işkence içeren bir soruşturma yürütür. Hıristiyanlar olanlardan dolayı diken üstündedir ancak İmparator Julianus’un klasik Roma kültürünü canlandırma ve yaşatma çabası çok kısa sürer. Tahta çıkalı henüz iki yıl bile olmadan Sasanilerle yapılan Samarra Savaşı’nda mızrakla yaralanarak ölür. ‘Mürted’ Julianus son Pagan imparator olarak tarihte yerini alırken ardılları Paganlara karşı mücadelenin dozunu gittikçe artıracaktır. Hıristiyanlığın imparatorluğun resmi inancı haline geldiği I. Theodosius döneminde Paganizme karşı adeta topyekun savaş başlatılır.

I. Theodosius hükümdarlığının ilk dönemlerinde Paganlara karşı nispeten hoşgörülüdür aslında, çünkü nüfuzlu Pagan yönetici sınıfın desteğine ihtiyacı vardır. Tapınakların ya da Pagan heykellerinin faydalı kamu yapıları olarak korunmasını desteklediğini dile getirir. Hatta saltanatının erken dönemlerinde Paganları önemli görevlere atar. Örneğin, Pagan Eutolmius Tatianus’u ‘Praefectura Praetorio Orientis’ (Doğu’nun imparatorluk muhafızlarının lideri) olarak görevlendirir ki bu unvan doğuda imparatordan sonra en güçlü makama aittir. Fakat Tatianus dört yıl sonra MS 392’de görevden azledilecek, tutuklanıp yargılanacak ve sürgüne gönderilecektir. Constantinopolis Valisi (Praefectus Urbi) olan oğlu Proculus da bir yıl sonra idam edilir. Baba-oğulun trajik sonu her ne kadar siyasi kıskançlık ve komplolarla gerçekleşse de Theodosius’un Paganlara karşı artan hoşgörüsüzlüğü de göz ardı edilmemelidir.

Kimilerine göre Theodosius’un Paganizme bir son verme girişimleri aslında Hıristiyan toplumunun gözünde karizmasını yeniden kazanmak için başlar. MS 390 yılında imparatorluğun Got asıllı Pagan generali Butheric ve adamları Thessaloniki’de (Selanik) halk tarafından linç edilip öldürülür. Buna çok öfkelenen Theodosius, halkı hipodromda toplatır ve Got asıllı askerler yedi bin civarında insanı katleder. Her ne kadar olayın boyutu tarihçiler tarafından tartışılıyor olsa da imparatorun bir Paganın intikamını almak için suçluların yanında masum Hıristiyanları da katlettiği şeklindeki bir algı ortaya çıkmış olabilir; bunu tersine çevirme arzusu belki de İmparator Theodosius’un Hıristiyanlığın zaferinin kahramanı olma çabasının ateşleyicisi olmuştur…

THEODOSİUS, PAGAN TAPINAKLARININ KAPILARINA MÜHÜR VURDU

MS 391 yılında Theodosius, bir kanunla Pagan kurban ritüellerini, heykellere tapınmayı ve Pagan tapınaklarında ibadeti yasaklar (Codex Theodosianus 16.10.10). Bunu Pagan tapınaklarına saygı göstermeyi ve tapınaklara girmeyi yasaklayan, yani kapılarına mührü vuran ikinci bir kanun takip eder (Codex Theodosianus 16.10.11). Bu kanunlar ve imparatorun desteği ile Pagan kült anıtları ve alanlarının yıkımına ve Hıristiyanlaştırılmasına girişilir. Sonraki yüzyıl boyunca tüm Akdeniz dünyasında yaşanan kilise patlamasında inşa edilen ve kutsal emanetlerle taçlandırılan başlıca kiliseler ya tapınaktan dönüştürülmüş ya da Pagan kült alanına inşa edilmişlerdir. 5. yüzyılda Hıristiyanlaştırma o kadar önemlidir ki, kilise inşa etmek için bir gerekçe olarak cemaat ihtiyaçlarından önce geldiği bile söylenebilir.

Bu noktada Alexandria’ya geri dönüp bu sürecin başlamasında önemli bir yeri olan Serapeum’un (Serapis Tapınağı) yıkılışını ele alalım. Yıkımla ilgili ana kaynaklar Sokrates, Sozomenos, Theodoretos, Rufinus ve Eunapius’tur. Rufinus bu olaylarla ilgili en eski, en eksiksiz ve en güvenilir kaynaktır ve olayların bir kilise onarılırken bir yeraltı Pagan mabedinin (Osiris ya da Mithra kültleriyle ilgili) keşfedilmesiyle başladığını söyler. Dönemin Alexandria Patriği Theophilos, Paganlara karşı sert eylemlere hazır bir din adamı olarak ve muhtemelen o yıl yukarıda bahsettiğimiz Theodosius yasalarının da verdiği güvenceyle, orada bulunan kutsal nesneleri pazar yerinde alaycı bir şekilde teşhir ettirir. Bu saygısızlık, Paganların tepkisine ve Hıristiyanlara saldırmalarına neden olur ve çatışmalarda her iki tarafın da kayıpları hızla artar. Sonunda Paganlar, Serapeum’a çekilirler ve burayı bir kale olarak kullanarak etraflarını kuşatan Hıristiyanlara karşı savunmaya geçerler. Nihayetinde Hıristiyanlar galip gelir çünkü Alexandria’nın önde gelen askeri ve sivil yetkililerinin desteğine sahiptirler. Theophilus onlara danışır ve onlar da konuyu, İmparator Theodosius’a iletirler.

Theodosius bunun üzerine ‘şiddetten sorumlu’ Paganların bastırılmasını, tapınağı teslim etmelerini emreder ve şiddet olaylarında öldürülen Hıristiyanları da şehit ilan eder. Mısır Valisi Romanus ve Eyalet Komutanı Evagrius Serapeum’un önüne gelerek Paganlara tapınağı terk etmelerini ve patriğe teslim etmelerini emreden fermanı okurlar ve Paganlar tapınağı boşalttıktan sonra, Patrik Theophilus askerlerin de içinde bulunduğu bir kalabalığın başına geçerek tapınağın yıkımını başlatır. Tanrı Serapis’in devasa heykeli alaşağı edilir, parçalanır ve parçaları tiyatroya götürülerek ateşe atılır. Bu sırada Serapeum’un kütüphanesinin kitapları da yakılır. Theophilus, Serapeum’un bulunduğu yere Vaftizci Yahya’nın onuruna bir kilise ve bir martyrium inşa ettirir ve İskenderiye’deki diğer tüm heykel ve tapınaklar sistematik olarak yıkılarak yerlerine kiliseler inşa edilmeye başlar. MS 399’da çıkan İmparator Arcadius’un fermanı ise Pagan tapınakların yıkılmasını emretmesiyle dikkati çeker: “Kırsal kesimdeki tüm tapınaklar herhangi bir karışıklık ya da kargaşa olmaksızın yıkılsın. Bunların yıkılması ve ortadan kaldırılmasıyla, batıl inançların tüm maddi temeli yok edilecektir” (Codex Theodosianus 16.10.16). Bu sonuncusu ve benzeri tapınak yıkıcı yasalara karşı, tapınakların korunması çağrısında bulunan yasalar olduğunu da belirtmek gerekir. Belki de bunlar sayesinde bütün tapınaklar temellerine kadar yıkılmaz. Aphrodisias’taki ünlü Aphrodite Tapınağı gibi bazıları Hıristiyanlaştırmaya tabi tutularak dönüştürülür ve bu kez Hıristiyanlara mabet olurlar. Bazıları ise kullanımının yasaklanması yeterli görülerek ‘Hıristiyanlığın Zaferi’ anıtı olarak harap halde kaderlerine terkedilirler.

ŞİDDETLE ESAS YÜZLEŞENLER HERETİK YAFTASI YİYENLER OLDU

MS 5-6’ncı yüzyıllarda Paganlar artık bir tehdit değil misyon meselesidir, Yahudiler de görece güvendedir; şiddetle esas yüzleşen ise heretik (sapkın) yaftası yiyenler olacaktır. Bu konuda erken Hıristiyan literatürü oldukça zengindir; heretik kabul edilen itikatlar arasında Aryanizm, Montanizm, Novatianizm, Monofizitizm, Miafizitizm başı çeker ve MS 325-787 arasında toplanan ‘̇lk yeḋ ekümeṅ k konsil’ olarak adlandırılan konsillerin altısı, kimin heretik olup olmadığı üzerine alınan kararlarla ön plana çıkar. Milano Fermanı’yla başlatılan Hıristiyanlığın devlet tarafından güvenceye alınması çalışmaları, sadece zulmün durdurulmasını değil, aynı zamanda ana akımda olmayan Hıristiyanların (heretikler) aktif olarak kökünün kazınmasını da içerir. Constantinus’un ardılları bu konuda çeşitli kanunlar çıkarıp eylemlerde bulunmuşlardır ama İmparator Justinianus son darbeyi vurmakta kararlıdır.

Heretik mezhepler arasında üst sıralarda yer alan Montanizm adını MS 2’nci yüzyılda yaşamış bir Frigyalı olan Montanus’tan alır. Hıristiyan olup kendini peygamber ilan etmeden önce bir Kybele ya da Apollo rahibi olan Montanus’un takipçileri en başından beri heretik olarak tanımlanıp, çeşitli kilise toplantısı ve yasalarla cemaatten dışlanırlar. Yine de 6’ncı yüzyıla kadar özellikle Frigya’da, manastır ve kiliselerinde inançlarını sürdürürler. Her ne kadar kendilerini Hıristiyanlardan saysalar da sadece Montanus’un sahte peygamberliğine inanmaları bile onları heretikler içerisinde tehlikeli bir noktaya getirecektir elbette. Nitekim, Justinianus döneminde, heretiklerle ilgili kanunlarda Manicilerle birlikte en fazla onlara kısıtlama getirildiği görülür (Codex Justinianus 1.5.19-21).

I. JUSTİNUS’UN TAHTA ÇIKIŞIYLA AVCI İOANNES BİRDEN AV OLDU

Tarihçi Prokopius ‘Gizli Tarih’, Efesli İoannes ise ‘Kilise Tarihi’ adlı eserlerinde Manicilere ve Montanistlere uygulanan zulmü anlatır. Prokopius, işkence görüp inançlarından vazgeçmektense kendilerini kiliselerine kapatıp yakan Frigyalı Montanistlerden bahseder ve Justinianus’u suçlar. Bir biçimde onun heretiklere, Paganlara ve başka inançlara mensup insanlara karşı yürüttüğü mücadelenin anlamsızlığını, imparatorluğun katliam ve sürgünlerle dolduğunu dile getirir. İoannes de Constantinopolis’te dinlerinden dönmeyen, aralarında soyluların ve senatörlerin olduğu Manicilerin Justinianus’un emriyle denize dikilen direklere bağlanarak yakıldıklarını aktarır. Ancak İoannes, Prokopius gibi dini şiddet olaylarına imparatorluğa sürülmüş kara leke gibi bakan birisi değildir anlaşılan. MS 546’da Justinianus tarafından Constantinopolis’te başlatılan Pagan kovuşturmasında insanları işkenceyle konuşturarak ünlü ve soylu -yani siyasi olarak tehdit olabilecek- pek çok Paganı ortaya çıkartır, kırbaçlanıp hapsedilmelerini ve sonrasında zorla kiliseye başlatılmalarını sağlar. Kendisi dört yıl önce Justinianus tarafından atandığı ve Asia, Caria, Lydia ve Phrygia’da yetmiş bin Paganı Hıristiyan yapıp tapınakları kiliseye çevirmekle övündüğü misyonerlik görevinde de muhtemelen çeşitli sindirme-korkutma yöntemleri kullanmış olmalıdır. Ancak II. Justinus’un tahta çıkışıyla avcı İoannes birden av olur: Yeni Constantinopolis patriği İoannes Skolastikos imparatorun onayıyla Miafizit din adamlarına karşı sert bir zulüm başlatır ve Efesli İoannes azledilip ilk tutuklananlar arasında yer alır. Zalim şimdi mazlum olmuştur; Kilise Tarihi adlı eserinin üçüncü bölümünde hapishanede çektiği acıları ayrıntılı bir şekilde anlatır.

Hıristiyanlaştırma, iktidar-kilise-mezhep çatışmaları, itikatta görüş ayrılıkları, Constantinopolis, Alexandria, Antiokheia gibi başat dini merkezler arasındaki rekabet ve siyaset….

Bunlar İlk Çağ’dan Orta Çağ’a, Paganizmden Hıristiyanlığa, Roma’dan Bizans’a dönüşümün gerçekleştiği Geç Antik Çağ’da fiziksel ve toplumsal şiddete kaynak olan başlıca meselelerdir. Örnek olaylarda görüldüğü üzere ister tepkimenin kendisi ister katalizör olsun inanç, Akdeniz dünyasındaki büyük değişim çağında başroldedir. Artık aidiyet duygusunun verdiği güvenlik hissinin Roma vatandaşı ya da falanca kentli olmaktan çok Hıristiyan cemaatin üyesi olmakla yaşandığı o dünyada başka türlüsü beklenebilir mi? Tabii ki halkın temel yaşam motivasyonunun bu olduğunu gören iktidar sahipleri ve kanaat liderleri de Hıristiyan inancını kendi moral değerleri ve idealleriyle bütünleştirme ve kitleyi arkalarına alıp üniter yapıyı sağlamlaştırma işlerine koyulurlar. Bunun için inançta birlik sağlanmalı, İmparatorluğun resmi ve tutarlı bir itikatı olmalıdır. Dini liderler felsefi sorunları kilise ve iktidarı bütünleştirecek şekilde çözmelidirler. Mezhepler çemberin dışına çıkmamalı, kafaları karışanlar ve kafaları karıştıranlara doğru yol gösterilmelidir.

Elbette hiçbiri tatlı dille, güler yüzle olmaz. Maalesef bütün insanlık tarihi boyunca olduğu gibi bu dönemde de toplumsal gerilimler barışçıl yöntemlerle çözülememiş, şiddete başvurulmuştur. Demek ki büyük değişim kimyasının ana bileşeni olan Hıristiyanlığı Romalılara anlatan Pavlus’un şu sözlerine kulak veren olmamış:

“Kötülüğe kötülükle karşılık vermeyin. Herkesin gözünde iyi olanı yapmaya dikkat edin. Mümkünse, elinizden geldiğince herkesle barış içinde yaşayın. Sevgili kardeşler, kimseden öç almayın; bunu Tanrı’nın gazabına bırakın. Çünkü şöyle yazılmıştır: Rab diyor ki, “Öç benimdir, ben karşılık vereceğim”. Düşmanın acıkmışsa doyur, susamışsa su ver. Bunu yapmakla onu utanca boğarsın. Kötülüğe yenilme, kötülüğü iyilikle yen.” Romalılar 12:17-21

*Doç. Dr. / Ordu Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu